Gölgelerin ve Algoritmaların Halüsinasyonu: Dr. Caligari’den Yapay Zeka Sinemasına Teknik Kısıtlamaların Estetik Dönüşümü ve Yeni Bir Film Dilinin Doğuşu
Caligari’nin Boyalı Gölgelerinden Yapay Zekanın Halüsinasyonlarına: "Yokluktan" Doğan Yeni Bir Sinema Dili
Geçtiğimiz akşam MUBI’de Robert Wiene’nin 1920 yapımı sessiz şaheseri Dr. Caligari’nin Muayenehanesi’ni yeniden izlerken, zihnim ister istemez yüz yıllık bir zaman sıçraması yaşadı. Ekranda o yamuk pencereleri, perspektifi bozuk sokakları ve oyuncuların yüzüne adeta kazınmış makyajları izlerken, aslında neye baktığımızı düşündüm. Bugün “Alman Dışavurumculuğu” olarak tanımladığımız o eşsiz estetik, aslında bir yönetmenin ve yapımcının “yoksunlukla” dansından başka bir şey değildi.
1920 Berlin’inde, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde, bir film stüdyosunda olduğunuzu hayal edin. Ülke ekonomik darboğazda, hammadde kıt, ama en önemlisi elektrik yok. Stüdyolara (özellikle Lixie-Atelier gibi daha küçük olanlara) o devasa ark lambalarını saatlerce çalıştıracak kadar enerji verilemiyor ya da bütçe buna yetmiyor.
İşte sinema tarihinin en radikal estetik kırılması böyle doğdu: Bir tercih değil, bir zorunluluktu.
Tam bu noktada, ekranı kapatıp günümüzün üretim pratiklerine, özellikle de son birkaç yıldır hayatımıza giren yapay zeka destekli video üretimine baktığımda, tarihin tekerrür ettiğini değil ama kafiyeli bir şekilde yankılandığını hissediyorum. Bugün bizler de tıpkı 1920’lerin sinemacıları gibi yeni bir “yoksunluk” ve “kısıtlama” çağının içindeyiz. Ancak bizim kısıtlamamız elektrik veya kömür değil; bizim kısıtlamamız, henüz "bebeklik" çağındaki algoritmaların tutarlılık sorunları, halüsinasyonları ve zamanı bükme biçimleri.
Dijital "Boyalı Gölgeler" Olarak Glitch
Bugün bir sanatçının klavye başına geçip, sadece kelimelerle (prompt) bir film yaratmaya çalışması (text-to-video), aslında Wiene’nin gölgeleri boyaması kadar meşakkatli ve kısıtlı bir süreç. Özellikle 2023 yılında, yani Runway Gen2 gibi araçların halka açıldığı o ilk “vahşi batı” döneminde, 3-4 dakikalık, karakterin yüzünün değişmediği, ışığın titreme yapmadığı bir film ortaya koymak neredeyse imkansızdı. Yapay zeka, bir karede yarattığı karakteri üç saniye sonra unutuyor, yüzler eriyor (morphing), mekanlar bir rüya mantığıyla sürekli şekil değiştiriyordu.
Peki, günümüzün "Caligari"leri bu kısıtlamayı nasıl avantaja çeviriyor?
Bunun en çarpıcı örneklerinden biri, Ahmet Rüstem Ekici ve Hakan Sorar’ın "The Pond" (2023) adlı eseri. İstanbul Modern tarafından aday gösterilerek Artists’ Film International (AFI) 2025 seçkisine giren ve Londra’dan Mumbai’ye kadar dünyanın en prestijli sanat mekanlarında gösterilen bu film, tam da bahsettiğimiz "yoksunluk estetiğinin" oluşumu.
Sanatçılar, Kütahya Domaniç’teki kurbağaların her yıl gerçekleştirdiği o büyüleyici göç ritüelinden ve Seyitömer Höyüğü’nde bulunan 5000 yıllık kurbağa formlu kaplardan ilham alıyorlar.
Filmde kurbağalar, doğa ve nesneler birbirinin içine geçiyor; biyolojik formlar dijital bir akışkanlıkla sürekli dönüşüyor.
Kusur, Yeni İmzadır
Bu durum sadece The Pond’a özgü değil. Glenn Marshall’ın Cannes Kısa Film Festivali'nde (Jüri Ödülü) dikkat çeken "The Crow" filmi de benzer bir kısıtlamadan besleniyor. Marshall, var olan bir dans videosunu yapay zekaya (CLIP ağına) verip onu "ıssız bir manzaradaki kargaya" dönüştürmesini istediğinde, yapay zeka dansçının her karesini yeniden yorumluyor ama bunu yaparken ortaya "titreşen", yağlı boya tablosu gibi sürekli bozulan bir görüntü çıkıyor.
Harmony Korine’in "Aggro Dr1ft" filminde termal kameralar ve AI efektleriyle yarattığı o neon renkli, oyun estetiğine (Gamecore) göz kırpan dünya da aynı damardan besleniyor.
Sonuç olarak; 1920’de gölgeyi duvara boyamak bir zorunluluktu; 2023’te yapay zekanın "zamansal titremelerini" (temporal flickering) bir anlatı aracı olarak kullanmak da bir zorunluluk.
Bugün yapay zeka hızla gelişiyor, videolar daha pürüzsüz hale geliyor olabilir. Ama The Pond gibi erken dönem işlerin ve Dr. Caligari gibi asırlık klasiklerin bize öğrettiği ders baki kalacak: Sanat, teknolojinin yapabildikleriyle değil, sanatçının o teknolojinin yapamadıklarıyla nasıl başa çıktığıyla ilgilidir. Caligari’nin setindeki o siyah boya neyse, bugün prompt’larımızın arasına sıkışan o dijital parazitler de odur; hepsi sinemanın o bitmek bilmeyen rüyasının birer parçası.

Yorumlar
Yorum Gönder